Denis Johnson’dan ‘Tren Düşleri’
Gaye Keskin
1992’de yayınlanan ‘İsa’nın Oğlu’ adlı kitabında bağımlılığın gücünü ve Tanrı’nın kendinden geçme deneyimini bağımlılığı yenebilecek tek şey olarak ele alan Denis Johnson, ‘Tren Düşleri’nde yalnızlığı bir alt metin olarak ele alıyor. Yirmili yaşlarını alkolizm ve diğer bağımlılıklarla uğraşarak geçiren Johnson, hayatının bunalımlı döneminin izlerini taşıyan bu iki kitaptan, aşkın ve ufuk açıcı bir başyapıt olarak tanımlanırken, “Tren Düşleri” birçok kişi tarafından minyatür bir destan olarak anılır. yetkililer.
Kurgusal olmayan, şiir ve kuram yazılarında gerçeğe, gerçeklikle düşlerin geçişine yön veren Johnson’ın Iowa’daki öğrencilerine bir yazarın isteyebileceği tek şeyin Shakespeare olmak olduğunu söylediği biliniyor. Gerçek ile hayal arasında sağlam bir köprü kuran bu kavram, Johnson’ın amansız hırsının bir göstergesi ve aynı zamanda yazılarının da yol göstericisidir. Öyle ki Johnson için yazarlık bir meslek değil, sonuna kadar kararlılıkla gidilecek bir meslektir.
TREN HAYALLERİ: ROBERT GRAINIER’in saf gerçeklikle harmanlanmış hayal dünyası
Denis Johnson’ın yazarlık öğrencilerine dikte ettirdiği üç cümle var: Çıplak yaz. Kanla yaz. Sürgünden yaz. ‘Tren Düşleri’ aynen böyle yazılmıştı, çırılçıplak, kan ve sürgünle. Sürgün kavramı, ‘Tren Düşleri’nin ana karakteri Robert Grainier’in içsel olarak sürdürdüğü ve aidiyet duygusu bularak kurtulmaya çalıştığı bir metafor olarak karşımıza çıkıyor.
Yazar bizi önce uyuşmuş bir zihinle ortalıkta dolaşan ‘Tren Düşleri’nin ana karakteri Robert Grainier ile tanıştırıyor. Kısa bir süre sonra, Grainier’i hüküm giymiş bir Çinli çalışanın infazına giden yolda yürürken ve diğer üç kişiyle birlikte günah çuvalını taşırken buluyoruz. Çinli çalışanın dudaklarından dökülen ve infaz ekibine mutlak bir lanet fısıldayan sözlerle gerçekle hayalin harmanlandığı Grainier dünyasına ışınlanıyoruz. Amaçsız ve aylak görünen Robert’ın aslında bir karısı ve bir kızı olduğunu öğreniyor ve bundan sonra ne olacağına dair ilk sinyallerden birini kitabın 15. sayfasındaki şu cümlelerle alıyoruz: “Karanlıkta, kızının gözlerinin kendisine köşeye sıkıştırılmış vahşi bir hayvan gibi baktığını fark etti. Düşünceleri ona oyun oynuyordu ama tüyleri diken diken oldu.”
Kitabın ikinci bölümünde ise Robert Grainier’in lokomotifinde yavaş yavaş kentleşen şehir hayatında yolculuğa devam ediyoruz. Aralarında Grainier’nin de bulunduğu personel, yeni demiryolundaki ladin ağaçlarını kesip ormanın dışına taşıyor ve mayınları havaya uçuruyor. Salgın hastalıkları, Kızılderililere karşı yürütülen kapalı mücadeleyi, savaşları sezgisel olarak ele aldığımız bu bölümde; Çalışma ve yaşam koşulları ağır olan çalışanlarımızın hiçbirinin otoriterlik karşıtı bir tavır sergilemediğini, aksine sistemin çarklarını büküp bükerek uyumu sağladığını anlıyoruz. Kendilerine verilen savaş artıklarını, üzerlerindeki kan lekelerinden bahsederek değerlendiren bu personel, çadırsız yaşamayı da göze alıyor. Ana karakter Grainier de tıpkı onlar gibi hiçbir şeye direnmeden günlük işlerle hayatını geçiriyor. Hikayenin bu bölümünde, yavaş yavaş büyüyecek ve hikaye boyunca yayılacak bir metanet duygusu hissediyoruz. Grainier’in bu duyguyu sonuna kadar yaşayacağını anlatan bir zaman atlaması ile ana karakterin son anlarına gidiyoruz ve ardından Grainier’in hayatından hatırladığı ilk araba olan hayat hikayesinin ilk anına geçiyoruz. aşağıdaki cümle ile: “Hayat hikayesi hatırlayamadığı bir tren yolculuğuyla başladı ve sonunda kendini Elvis Presley’in içinde olduğu bir trenin dışında buldu.”
İlerleyen bölümlerde Robert’ın hayatına giren yolculara, onların ölümlerine, kayıplarına ve değişimlerine tanık olurken, Grainier’in sürekli bulanıklaşan hayatının ilk vagonunu göremiyoruz. Grainier’in rüyalarından aralanan bir perde de çocukluğuna dair sinyaller alıyor ama rüyaların nerede başlayıp nerede bittiğini tahmin edemiyoruz.
Grainier’in hayalleri kitabın sayfalarıyla birlikte büyüyor ve tıpkı Amerikan rüyası gibi gerçeklikleri daha da elle tutulur hale geliyor. Bir gece, kitap boyunca bize eşlik eden Spokane International treni, Grainier’i uykusundan uyandırdığında, onu gerçek dünyasında dolaşan en büyük rüyanın, diğer bir deyişle dünyanın en büyük bilinmezliğinin ortasında buluyoruz. geçmiş. Burada Denis Johnson sıradan olanı sıra dışı hale getiriyor.
AMERİKAN RÜYASI
Rolling Stone editörü Jason Diamond, Denis Johnson’ın doğuştan günahkar olduğumuza inanmadığını, bu nedenle karakterlerinin korkunç ve tuhaf olmadığını, Amerika’nın tuhaflığının ve işlevsizliğinin kurbanı olduklarını, Amerikan rüyalarının kabusa dönüştüğünü söyledi. ‘Train Dreams’deki karakterler ve Vahşi Batı’nın kayıp yüzüne bakış açısı tam da bu sözün eseridir.
Robert Grainier’in yaşlanan vücudunun arka planında Vahşi Batı’daki Kızılderili hegemonyasının sonunu, bölgenin kentleşmesini, aşırı kalabalıklaşmasını ve uygarlaşmasını gördüğümüz ‘Tren Düşleri’nde ladin ağaçlarının yerini büyük çamların aldığını görüyoruz. , yok olan şehir hayatı, ormanları yok eden demiryolları ve insanlar. Mahremiyetini yitiren doğaya elle şahit oluyoruz. Amerika’nın çıplak portresini yer yer acımasız bulabileceğimiz bir anlatımla okuyoruz.
Hikaye boyunca, Robert Grainier’in monoton, heyecan verici olmayan yaşamının genellikle rastgele seçimler tarafından yönlendirildiğini ve Grainier’in hayatını etkileyecek kararlarda hiçbir zaman aktif rol almadığını anlıyoruz. Kitabın ilk sahnesinde omuzladığı ve köprüden atmaya can attığı Çinli çalışana olan ilgisi, çalışma arkadaşlarına uyum sağlama çabası olarak karşımıza çıkıyor. Grainier’nin hayatındaki dönüm noktalarından biri olan kilisede karısıyla buluşması, o günlerde yeni yeni kullanılmaya başlayan çok çağdaş bir ifadeyle, neredeyse bir kanat oyuncusu olarak orada olduğu tesadüfi bir zamana denk geliyor. Veya daha sonra ormancılığı bırakıp at arabasıyla yolcu taşımaya karar vermesi, kendi yarattığı bir durumun sonucu değildir. Çocukluğunun en karanlık anısı olarak hatırladığı şey, ölmekte olan bir adama yardım etmemek, ancak anlattıklarını dinleyerek itiraf etmesine izin verecek kadar alçakgönüllü olması, Grainier’in sıradanlığını, bir kahraman ya da anti-kahraman olmaya cesaret edemeden geçirdiği bir hayatı ortaya koyuyor. kahraman ve yazar bize üstü kapalı bir ifade veriyor. Tanrı rolünü oynayamayacak kadar dindar olduğunu ortaya koyuyor. Bana göre Grainier bu noktada Vahşi Batı’daki proletaryanın aynası görevini de görüyor.
ROBERT GRAINIER’İN HİSTERİK KRİZİ
Denis Johnson yazdığı her oyunda, kuramda, öyküde ve şiirde ivedilikle bir şeyler başarıyor; sonunda, okuyucuyu sessizce ve ustalıkla kendi ruhuna yönlendirir. İnandıklarını bulmalarını sağlar: Tanrı, dünya veya öz. Johnson, insanların tüm bu kavramlarla birlikte sevinçlerini ve üzüntülerini yüzeye çıkarmadan gizlediklerini düşünüyordu. Bu noktada da kendini diğer insanlardan ayırıyordu: Johnson duygularının dorukta olduğunu, açısının ve sevincinin apaçık olduğunu hissediyordu ama oburlarının yalnızca yazarken ya da okurken sakladıkları duyguları hatırladıklarını düşünüyordu.
Train Dreams’den Robert Grainier, tıpkı sıradan insanlar gibi, duygularını başarıyla gizleyen bir karakter. Hikaye boyunca hiçbir şeyle mutlak bir bağlantı kurmaz. Kırmızı köpeğini uzun bir yolculuk için terk eder, kurt kızın ardından tepkisizce bakar, onunla birlikte olmak isteyen bir bayanı görmezden gelir veya yanında ölen genç bir adam için neredeyse hiçbir şey hissetmez. Yaşanan büyük travmalara, büyük kayıplara ve değişen dünyaya rağmen, okuyucuya kabuğunda aynı kaldığını düşündürüyor. Öyle ki, ilk kez gittiği bir panayır alanında bindiği uçağa, sözlüğündeki tek görselle işaret ediyor: “…bir dağın etrafından dönen bir tren vagonu gibi yavaş ve çalkantılı bir tırmanış gerekti.”
Robert Grainier’in yüzeye çıkarmadığı duygular, az önce de belirttiğim gibi, zamanın ortaya çıkmasını bekliyor. Sonunda, bir gün, Grainier kendini bir histeri nöbeti içinde bulur ve büyük bir şehvet duygusuyla bunalmış hisseder. Bu noktaya kadar hayatında olan her şeye büyük bir metanet, sabır ve sessizlikle karşılık veren Grainier, muhtemelen bir rüyada Nietzsche’nin kırbaçlanan atına dokunuyor.
YAZ ÇIPLAK. KAN İLE YAZIN. SERGİDEN YAZIN.
1982’de yazar Denis Johnson, kapıcı James Hampton tarafından gümüş ve altın folyodan yapılmış balina büyüklüğünde bir taht heykelini görmek için Smithsonian’a gitti ve Hampton’ın heykelinin Tanrı’ya olan vizyoner ilgisinden ilham alarak beş yıl sürecek bir şiir yazmaya başladı. o gece. bilinen. Heykelin kendisinde yarattığı duyguyu kaygı olarak tanımlayan yazar, aynı zamanda bitmek tükenmek bilmeyen bir yuvaya dönme arzusu da duymuştur. ‘Tren Düşleri’ okuyucuya tam olarak şu duyguyu veriyor: eve dönme arzusu.
Ana karakter Robert Grainier’in hızla yıkılan eski evin üzerine inşa ettiği ev ve artan zamanlara yayılarak orada kalma isteği dış dünyanın bilinmezliğinin ürkütücü etkisinden kaynaklanır ve okuyucuyu kendine, kendi dünyasına dönmeye davet eder. özüne, özüne. Öyle ki kitabın sonunda Grainier zamanında 1935 yılına giden yazar, durmadan çoğalan, her şeyi ezen, her şeyin üstüne çıkan bir sesle hikâyeyi bitiriyor. Endişe duygusu her şeyi ele geçirir. Öykünün sonunda okuyucunun yaşadığı farkındalık ve dürtüsel çelişki, bu andan sonra da okuyucuda kalmaya ve kendisini sorgulamasına neden olmaya devam eder.
Denis Johnson’ın ‘Tren Düşleri’nde değişen imajlara, teknolojilere ve doğaya uyum sağlamak zorunda kalan insan; Soykırım, salgın hastalıklar ve savaşların ortasında en büyük çatışmasının yine kendisiyle olduğunun altını kalın harflerle çiziyor ve kendi sözlerini hatırlatıyor: Çıplak yaz. Kanla yaz. Sürgünden yaz.